ÇOK KİŞİYİZ ATAM, HEM DE ÇOK KİŞİ...

Devamını okuyun...(Read more...)>>
küçük bir peçetenin kenarındaki tariften başladı herşey...
Kaldığımız yerden devam...
O Günün gecesi:
"Siena'ya bir gün yetmez"... Gece otele döndüğümüzde sessiz konuşmamızın tek cümlesi buydu...
Bu moladan yaklaşık 1 saat sonra Siena'ya ulaştık. Elimizdeki tek bilgi Siena'da meydan olarak bilinen "Piazza Del Campo"... Araba ile giremiyorsunuz. Olmayan İngilizce ve İtalyanca ile arabayı park edebileceğimiz bir yer bulup, fotoğraf makinası ve sırt çantası ile başladık meydana doğru yürümeye... 3 tepe üzerine kurulmuş Siena'nın tarihi 12yy. başlarına dayanıyor. Dişi kurt tarafından ormanda bulunan ve emzirilerek büyütülen ikiz erkek çocuğun şehri olarak bahsi geçiyor. Floransa ile çok sıkı çekişmeleri ve savaşları olmuş. 1859 yılında Toskana bölgesi içinde İtalya Krallığına katılmış. Gideceğimiz meydan oldukça önemli bir yer. Midye kabuğu şeklinde tasarımı, en yüksek saat ve çan kulesi ile oldukça meşhur.
Her yıl Temmuz 2'si ve Ağustos 16'sı arasında bu meydan tamamen kapatılıp, "The Palio" adı verilen at yarışları düzenlenmekte. Çevredeki cafelerin masaları kaldırılmakta ve seyirciler için localar hazırlanmakta. Localarda ve göbek kısmı diyebileceğim meydanda insanlar yapılacak olan at yarışını seyredabiliyorlar.
İnanılmaz kalabalık oluyormuş. Meydanın keyfini çıkarmak isteyenlerin bu tarih dışında gelmeleri şiddetle tavsiye ediliyor. Ve en sonunda dar sokaklardan geçerek bu meşhur meydana ulaştık. Midye şeklinde hafif eğimli. Hava güneşli. Cafelerde oturanlar, meydanın taşlarında gazete,dergi okuyup, güneşlenenler. Yol yorgunluğu ile attık kendimizi. Direkt taş zeminin üstüne bağdaş kurduk. Ordaki insan kalabalığı içinde gürültüsüz ortamın farkına vardık. Kalabalık ama rahatsızlık vermiyor. Çok keyifli. Karşımızda çan kulesi inanılmaz yüksekliği ile duruyor. O kulenin tepesine çıkanları gördük. Buraya kadar geldik. Çıkmak lazım. Toparlandık ve kuleye doğru yöneldik. İçeri girdik. Kuleye çıkmak için 7euro ödeniyor. Dino girdi ve 2 saniye sonra çıktı. " Ben çıkmam" dedi. Anlamadım. "İstersen sen çık" sohbetinden sonra açıkcası benim de gözüm yemedi. Nedenini bir sonraki çıktığımız ve yüksekliği daha az olan kulede anladım. Merdivenler oldukça dar. Çıkmak için inen grubu beklemek durumundasınız. Ve sürekli dönerek yukarı çıkıyorsunuz. Hem yüksek hem dar... Bizi biraz aşar.
Tekrar meydana döndük ve bir yemek molası. Burda yemek konusunda iki farklı çözüm var. Yiyecek -ki genelde pizza dilimleri oluyor, sokak aralarından içecek ile birlikte tedarik edilip, meydanda piknik havasında yenebilir veya çevredeki cafelerde klasik menü ile bu ihtiyaç giderebilinir. Birinci seçenek açıkcası daha ekonomik ve lezzetli. Benim yemek merakım yüzünden oturduğumuz cafede bir adet lazanya ve bir adet karides salatasına müşerref olduk. Porsiyonlar büyük. Lezzet ise pek öyle ahım şahım gelmedi.
Floransa'daki katedralden daha büyük olması istenen bu katedral özellikle cam işçiliği ile ön plana çıkıyor. İçindeki yer mozaik çalışmaları ve duvarlardaki tabloları gördüğümde nefesim kesildi. Biraz daha detaylı baktığımda gülümsedim. Karşımda "Osmanlı" duruyordu.
Katedralden çıkıp, yakınında bulunan ve çıkacağımız kulelerin ilkine yöneldik. Kuleden ziyade yüksek bir tak şeklinde idi. Gene dar ve dönerek çıkan merdivenler... Kendime ayıp olmasın diye "Ya Allah" şeklinde düştüm öne, Dino arkamdan "Yüksek değil mi?" soruları ile geliyordu. Başardık, tepedeydik. Hafif bir başdönmesi ile hemen oturduk. Şehir ayaklarımızın altındaydı. Muhteşem bir manzara ve daha detaylı inceleme. Çatılarda uydu anteni yok, sonradan öğrendik ki klimada kullanmıyorlarmış. Daha doğrusu yasakmış. Şehrin dokusunu korumak için alınan bir önlem. İçim acıdı. Ülkemizden daha güzel değil veya daha zengin değiller. Bakış açıları farklı. Veya gelir kaynağının ne olduğunu çok iyi çözmüşler...
Kuleden indik ve tekrar ara sokaklardan meydana döndük. Ara sokaklarda ben bu sefer biraz dağıldım. Dukkanların küçüklüğü ve tasarımları çok hoşuma gitti. Genelde yiyecek ve giyim üzerine dukkanlar var. Tam bunları konuşurken bir dukkanın önünde aniden durdum. Dino " Ne gördün, Ne oluyor??" derken, "Mum" diyerek dukkana daldım. Farklı tasarım diye ben buna derim. O güzel, bu güzel derken hatun kişi başladı İngilizce anlatmaya. Bütün işlemleri açıkladı. Hani zamanı olsa gösterecek. Ben Türkçe çığlık atarken, sanki anlamış gibi gülüyordu. En sonunda bir çift mum almayı başardık. Kullanmaya kıyabilecek miyim diye düşünmekteyim.
Zor bela ve sürükleyerek beni dukkandan çıkardıktan sonra ikimizde hayır diyemiyeceği bir dukkan ve yiyecek. Dondurma... Külahları ve çeşitleri ile bu sefer ikimizde cama yapıştık. Sipariş vereceğiz ama kalabalıktan sıra gelmiyor. Adamla göze göze geldim ve Dino'yu gösterdim. Dino hemen atladı ve siparişi verdi. Dondurmalar geldi, fotoğraflar çekildi. hayatımda yediğim "Atatürk Orman Çiftliği " dondurmasından sonra en güzel dondurmayı yaladım, yuttum.
Artık ayaklar ve mide iflas etmenin eşiğindeyken son bir hamle kaldı. "Cantucci"... Aldık ve yedik. Bademli Biscotti... İstanbul'da yediğim biscottiden farkı, kumlu olması. Ne sert, ne de yumuşak. Bu arada vitrinlerde gördüğüm ama Dino'nun isyanlarından dolayı tadamadığım bir tatlı daha var. Eğer görüp ve tadına bakıp, bilen var bana ne olduğu konusunda mesaj atsın. Merak bu, rüyalarıma bile girdi.
Akşam üzeri, saat 18.00 suları. Cafedeyiz. Ben de espresso, Dino' da cappucino... Son kare fotoğraf... Dönüş gene paralı yol... Otel'e dönüş ve yarının planı: LUCCA...
Peçete'nin Notu: Hala şarap içilmedi ve peynir yenmedi. Acaba "Biz İtalya'da değil miyiz?" kuşkusu!!!
Saat 18.00 civarında hafif bir toparlanma ile en yakın yer olan ve elimizdeki bilgiler doğrultusunda tekstil üretimi ile meşhur kent ve 12yy. kurulmuş olan Prato'ya yola çıktık. Ulaştığımızda saat 20.00 idi. Hava karardığı için meydan dışında herhangi bir yeri gezemedik. Sadece meydana yakın bir yerde Castello dell'Imperatore (İmparator Kalesi) dışardan fotoğrafını çekebildim. Yemek için bir yer aradık ama çoğu dukkan ve resturant o saat itibariyle kapalı idi. Cafe 21 diye bir küçük bir yer bulduk. Ama yemek yok, sadece aperatif tarzında bir tabak getirdiler. Şimdi burdaki bir sorun şu. Sosis ve salamların hangisinin domuz etinden olduğunu anlamak zor. Çalışanların ingilizceleri yeterli olmadığı için olay tamamen siz de bitiyor. Koklayarak ne olduğu anlamaya çalıştık. İçlerinden sunum fikri olarak en hoşuma giden dana salamına sarılmış, tuzlu çubuklar oldu. Hafif ısıtılarak servis yapılıyor. Ve İtalya'da ki ilk espresso. Kahveci biri olarak diyorum, işte budur. Koku, tad.. Tek kelime ile muhteşem. Daha sonra gördüm ki yerlere ve markalara göre bu tad değişiyor. O gece içtiğim gibi bir lezzet diğerlerinde bulamadım. Gidene tavsiye olunur... Prato'ya gidenlerin mutlaka "Cantucci" yemeleri ve yanında hafif tatlı bir şarap olan ve tatlıların yanında ikram edilen "Vin Santo" içmeleri tavsiye ediliyor. Biz ikisine de nail olamadık. Yemek yediğimiz yerde Biscotti olarak bilenen ve Toscana stili bu biskuviyi yapmadıklarını söylediler.
Geldik...
Çikolata ve tereyağ benmari usulü ocakta karıştırılarak eritilir. Diğer tarafta şeker, un, yumurta, kakao ve soda karbonat mikser ile çırpılır. Eritilmiş karışım bunun içine azar azar ilave edilir. Kaba yapışmayacak bir hamur elde edene kadar karıştırılır. Hazır olduğunda buzdolabında 15 dk dinlendirilir. Bu sırada fırın 160 derecede ön ısıtma yapılır. Soğumuş olan hamur buzdolabından çıkarılır. Ceviz büyüklüğünde toplar hazırlanır. Pudra şekeri olan bir kasede her tarafı iyice şeker ile kaplanana kadar yuvarlanır. Yağlı kağıt kaplı tepsiye aralıklı olarak (Pişerken yayılacaktır.) yerleştirilir. Ön ısıtma yapılmış fırında 15 dk pişirilir. Piştikten sonra soğuması için ızgaraya alınır. Afiyet olsun...
(Saat: 21.30 itibariyle not: Uğur Can, Merve Genç ve sevgili Yasemin'e hatırlatma ve düzeltme için teşekkürler...)