ÇOK KİŞİYİZ ATAM, HEM DE ÇOK KİŞİ...
Devamını okuyun...(Read more...)>>
küçük bir peçetenin kenarındaki tariften başladı herşey...
Kaldığımız yerden devam...

Haftasonu ve pek tabii ki hala devam eden, benden kaynaklanan keyifsizlik dorukta. Paylaşılacak güzel haberlerin yanısıra, hazırlanan tarifler ve fotoğraflar. Peki ne yapacağım veya ne yapacağız? Siteyi başka bir yere taşımak istemiyorum. Açıkcası burası benim hak bölgem, onu geri almak için savaşmak durumundayım. Kınama gruplarına girmek, logo yayınlamak mutlaka olumlu yönde etkisi olacaktır ama ben daha somut birşeyler istiyorum. Özellikle kapanma nedeninin LİGTV'yi korsan olarak yayınlayan bloglardan dolayı olduğunu öğrendiğim andan beri beynimdeki gri hücreler zıplamaya başladı. Şu anda gelinen nokta: "3.şahıs" olarak "Kendi bloguma erişemiyorum, kullanma hakkım kayboluyor." şeklinde dava açmak. Tabi bir de işin maddi boyutu var. O kısmı araştırma halinde... Peçete'yi başka adrese taşımadan önce elimden ve elimizden ne gelebildiğini öğrenmek istiyorum. Bu arada farklı farklı yerlerden sitelere giriş yapılabiliniyor. Güvenirlilik açısından emin olamıyorum. Gelen yorumları yayınlamak konusunda da başarılı olamadım. Direkt olarak kopyalayıp buraya yerleştireceğim.
O Günün gecesi:
"Siena'ya bir gün yetmez"... Gece otele döndüğümüzde sessiz konuşmamızın tek cümlesi buydu...
Bu moladan yaklaşık 1 saat sonra Siena'ya ulaştık. Elimizdeki tek bilgi Siena'da meydan olarak bilinen "Piazza Del Campo"... Araba ile giremiyorsunuz. Olmayan İngilizce ve İtalyanca ile arabayı park edebileceğimiz bir yer bulup, fotoğraf makinası ve sırt çantası ile başladık meydana doğru yürümeye... 3 tepe üzerine kurulmuş Siena'nın tarihi 12yy. başlarına dayanıyor. Dişi kurt tarafından ormanda bulunan ve emzirilerek büyütülen ikiz erkek çocuğun şehri olarak bahsi geçiyor. Floransa ile çok sıkı çekişmeleri ve savaşları olmuş. 1859 yılında Toskana bölgesi içinde İtalya Krallığına katılmış. Gideceğimiz meydan oldukça önemli bir yer. Midye kabuğu şeklinde tasarımı, en yüksek saat ve çan kulesi ile oldukça meşhur.

Her yıl Temmuz 2'si ve Ağustos 16'sı arasında bu meydan tamamen kapatılıp, "The Palio" adı verilen at yarışları düzenlenmekte. Çevredeki cafelerin masaları kaldırılmakta ve seyirciler için localar hazırlanmakta. Localarda ve göbek kısmı diyebileceğim meydanda insanlar yapılacak olan at yarışını seyredabiliyorlar.

Kaynak: www.aboutsiena.comİnanılmaz kalabalık oluyormuş. Meydanın keyfini çıkarmak isteyenlerin bu tarih dışında gelmeleri şiddetle tavsiye ediliyor. Ve en sonunda dar sokaklardan geçerek bu meşhur meydana ulaştık. Midye şeklinde hafif eğimli. Hava güneşli. Cafelerde oturanlar, meydanın taşlarında gazete,dergi okuyup, güneşlenenler. Yol yorgunluğu ile attık kendimizi. Direkt taş zeminin üstüne bağdaş kurduk. Ordaki insan kalabalığı içinde gürültüsüz ortamın farkına vardık. Kalabalık ama rahatsızlık vermiyor. Çok keyifli. Karşımızda çan kulesi inanılmaz yüksekliği ile duruyor. O kulenin tepesine çıkanları gördük. Buraya kadar geldik. Çıkmak lazım. Toparlandık ve kuleye doğru yöneldik. İçeri girdik. Kuleye çıkmak için 7euro ödeniyor. Dino girdi ve 2 saniye sonra çıktı. " Ben çıkmam" dedi. Anlamadım. "İstersen sen çık" sohbetinden sonra açıkcası benim de gözüm yemedi. Nedenini bir sonraki çıktığımız ve yüksekliği daha az olan kulede anladım. Merdivenler oldukça dar. Çıkmak için inen grubu beklemek durumundasınız. Ve sürekli dönerek yukarı çıkıyorsunuz. Hem yüksek hem dar... Bizi biraz aşar.

Tekrar meydana döndük ve bir yemek molası. Burda yemek konusunda iki farklı çözüm var. Yiyecek -ki genelde pizza dilimleri oluyor, sokak aralarından içecek ile birlikte tedarik edilip, meydanda piknik havasında yenebilir veya çevredeki cafelerde klasik menü ile bu ihtiyaç giderebilinir. Birinci seçenek açıkcası daha ekonomik ve lezzetli. Benim yemek merakım yüzünden oturduğumuz cafede bir adet lazanya ve bir adet karides salatasına müşerref olduk. Porsiyonlar büyük. Lezzet ise pek öyle ahım şahım gelmedi.
Yemekler bittikten sonra kendimizi gene ara sokaklara attık. Hem ara sokakları gezdik hem de Siena'da ikinci hedefimiz olan "The Cathedral" doğru yürüdük. Yapımı yaklaşık 200 yıl süren bu katedral tamamen Siena ve Floransa arasındaki çekişmeden doğmuş.Floransa'daki katedralden daha büyük olması istenen bu katedral özellikle cam işçiliği ile ön plana çıkıyor. İçindeki yer mozaik çalışmaları ve duvarlardaki tabloları gördüğümde nefesim kesildi. Biraz daha detaylı baktığımda gülümsedim. Karşımda "Osmanlı" duruyordu.
Katedralden çıkıp, yakınında bulunan ve çıkacağımız kulelerin ilkine yöneldik. Kuleden ziyade yüksek bir tak şeklinde idi. Gene dar ve dönerek çıkan merdivenler... Kendime ayıp olmasın diye "Ya Allah" şeklinde düştüm öne, Dino arkamdan "Yüksek değil mi?" soruları ile geliyordu. Başardık, tepedeydik. Hafif bir başdönmesi ile hemen oturduk. Şehir ayaklarımızın altındaydı. Muhteşem bir manzara ve daha detaylı inceleme. Çatılarda uydu anteni yok, sonradan öğrendik ki klimada kullanmıyorlarmış. Daha doğrusu yasakmış. Şehrin dokusunu korumak için alınan bir önlem. İçim acıdı. Ülkemizden daha güzel değil veya daha zengin değiller. Bakış açıları farklı. Veya gelir kaynağının ne olduğunu çok iyi çözmüşler...

Kuleden indik ve tekrar ara sokaklardan meydana döndük. Ara sokaklarda ben bu sefer biraz dağıldım. Dukkanların küçüklüğü ve tasarımları çok hoşuma gitti. Genelde yiyecek ve giyim üzerine dukkanlar var. Tam bunları konuşurken bir dukkanın önünde aniden durdum. Dino " Ne gördün, Ne oluyor??" derken, "Mum" diyerek dukkana daldım. Farklı tasarım diye ben buna derim. O güzel, bu güzel derken hatun kişi başladı İngilizce anlatmaya. Bütün işlemleri açıkladı. Hani zamanı olsa gösterecek. Ben Türkçe çığlık atarken, sanki anlamış gibi gülüyordu. En sonunda bir çift mum almayı başardık. Kullanmaya kıyabilecek miyim diye düşünmekteyim.
Zor bela ve sürükleyerek beni dukkandan çıkardıktan sonra ikimizde hayır diyemiyeceği bir dukkan ve yiyecek. Dondurma... Külahları ve çeşitleri ile bu sefer ikimizde cama yapıştık. Sipariş vereceğiz ama kalabalıktan sıra gelmiyor. Adamla göze göze geldim ve Dino'yu gösterdim. Dino hemen atladı ve siparişi verdi. Dondurmalar geldi, fotoğraflar çekildi. hayatımda yediğim "Atatürk Orman Çiftliği " dondurmasından sonra en güzel dondurmayı yaladım, yuttum.
Artık ayaklar ve mide iflas etmenin eşiğindeyken son bir hamle kaldı. "Cantucci"... Aldık ve yedik. Bademli Biscotti... İstanbul'da yediğim biscottiden farkı, kumlu olması. Ne sert, ne de yumuşak. Bu arada vitrinlerde gördüğüm ama Dino'nun isyanlarından dolayı tadamadığım bir tatlı daha var. Eğer görüp ve tadına bakıp, bilen var bana ne olduğu konusunda mesaj atsın. Merak bu, rüyalarıma bile girdi.
Akşam üzeri, saat 18.00 suları. Cafedeyiz. Ben de espresso, Dino' da cappucino... Son kare fotoğraf... Dönüş gene paralı yol... Otel'e dönüş ve yarının planı: LUCCA...

Peçete'nin Notu: Hala şarap içilmedi ve peynir yenmedi. Acaba "Biz İtalya'da değil miyiz?" kuşkusu!!!
Çarşamba gecesi saat 04.00 civarında yolculuk başladı. Heyecan ile uçak korkusu arasında, hangisini seçsem şeklinde kararsız kalırken, aklımın bir tarafında da Bebi vardı. Onu dadısına ve aile büyüklerine emanet bırakarak bu yolculuğa çıkıyorduk. İlk ayrılık, zorlu ve biraz da gözyaşı damlası ile beraber geldi. 2,5 yaşındaki küçük adama durumu anlattığımızda, ağzından sadece "tamam" kelimesi çıktı. İnanılmazdı. Sonradan öğrendik ki gerçekten de olayı kabul etmiş ve bizi 4 gün boyunca hiç aramamış. Tam küçük dev adam yani... Yolculuğa devam...
İstanbul'dan Roma'ya, ordan da Pisa'ya uçtuk. Uçak ile ilgili aşamadığım korkumu ısrarla aşmayacağıma karar verdim. Pisa'ya indiğimizde hava güneşli ve sıcaktı. Sanırım en iyi tarihte ordaymışız. Elimizde sırt çantası ve fotoğraf makinası dışında ne harita, ne sözlük... Sanki komşuya gidiyoruz. Bu durumda bir adet araba kiralandı. İşler biraz daha kolaylaşacak. Teknolojinin ilerlemesinden faydalananarak arabanın yanında bir de navigasyon aleti "Tomtom" verildi. İşe yarayacak mı diye düşünürken, bir baktım benim kumam olmuş çıkmış. Eğer elinizde gideceğiniz yerin adresi varsa bu cihaza adresi giriyorsunuz, size en optimum yolu çıkarıveriyor. Siz yolda iken ekrandan gideceğiniz yolu, dönüşleri, trafik kontrollerini ok ve sinyaller ile gayet güzel açıklıyor. Arada bir de saçmalıyor ve bizi havada giderken daha doğrusu
uçarken gösteriyor. 2. günü kendilerini kumam ilan ettim. Açıklaması yakında...
yollara. Trafik kurallarına uyalım derken, bir baktık herkes bizi geçiyor. Yine de tedbiri elden bırakmamak lazım. Genelde 90km hızla, arada bir Tomtom sesi ile inanılmaz güzel yollardan geçtik. Yollar, Karadeniz yolları gibi... Evler ise taştan ve bahçeli... Köylerin içinden geçtik. Taa ki karnımızdan sesler gelinceye kadar devam ettik. Bu kısmı biraz ayrıntılı anlatacağım. Tek şeritli bir yol, bir taraf dağ, bir taraf nehir. Köy yok, kasaba yok, yani yaşam belirtisi yok. Ve bu yolda 2 adet dukkan yanyana. Dukkanlardan bir tanesi pizzacı, diğeri solaryum, pedikür, manikür salonu... Önünde durduk. Ben bönbön bakarken, Dino pizzacıya daldı. Çıktı ve dukkanı gördü. "Haydaaa" şeklinde gülmeye başladık. Toplam yarım saatlik kalış süremizde müşteriler girdi, çıktı. Demek ki iş yapıyor dedik. Bunları konuşurken pizzalar geldi. İtiraf etmek gerekirse pizza tam pizza idi. İnce hamur ve büyük. Türkiye'de yapılan pizzalardan farklı ve inanılmaz lezzetli. Lahmucun hamuru inceliğinde ama hafif sert ve üzerindeki malzeme az. 8 dilimlik koca bir pizzayı tek başınıza gayet rahat yiyebiliyorsunuz. İçecek olarak bildiğimiz içeçeklerin yanı sıra 2 çeşit su var. Biri bizim normal içtiğimiz su, diğeri İtalyanların "Gazlı" dediği soda benzeri su. Su isterken bunu belirtmekte fayda var derim. Pizzalar bitti. Yola devam...
Saat 18.00 civarında hafif bir toparlanma ile en yakın yer olan ve elimizdeki bilgiler doğrultusunda tekstil üretimi ile meşhur kent ve 12yy. kurulmuş olan Prato'ya yola çıktık. Ulaştığımızda saat 20.00 idi. Hava karardığı için meydan dışında herhangi bir yeri gezemedik. Sadece meydana yakın bir yerde Castello dell'Imperatore (İmparator Kalesi) dışardan fotoğrafını çekebildim.
Yemek için bir yer aradık ama çoğu dukkan ve resturant o saat itibariyle kapalı idi. Cafe 21 diye bir küçük bir yer bulduk. Ama yemek yok, sadece aperatif tarzında bir tabak getirdiler. Şimdi burdaki bir sorun şu. Sosis ve salamların hangisinin domuz etinden olduğunu anlamak zor. Çalışanların ingilizceleri yeterli olmadığı için olay tamamen siz de bitiyor. Koklayarak ne olduğu anlamaya çalıştık. İçlerinden sunum fikri olarak en hoşuma giden dana salamına sarılmış, tuzlu çubuklar oldu. Hafif ısıtılarak servis yapılıyor. Ve İtalya'da ki ilk espresso. Kahveci biri olarak diyorum, işte budur. Koku, tad.. Tek kelime ile muhteşem. Daha sonra gördüm ki yerlere ve markalara göre bu tad değişiyor. O gece içtiğim gibi bir lezzet diğerlerinde bulamadım. Gidene tavsiye olunur... Prato'ya gidenlerin mutlaka "Cantucci" yemeleri ve yanında hafif tatlı bir şarap olan ve tatlıların yanında ikram edilen "Vin Santo" içmeleri tavsiye ediliyor. Biz ikisine de nail olamadık. Yemek yediğimiz yerde Biscotti olarak bilenen ve Toscana stili bu biskuviyi yapmadıklarını söylediler.

Bana hiç bu soru sorulmadı, daha doğrusu seçme şansı tanınmadı. Beni benden iyi tanıdığını düşündüğüm için sanırım. Ve yolculuğun 2. gününde bahsi geçtiğinde sadece gülümsedim. "Dursana, fotoğraf çekeceğim yaaa..." şeklinde çekilen 599 fotoğrafa, " Peynirrr...." çığlıklarına, Outlet araştırmalarına, "Tuvaletim geldi, sen sorsana!" yakarışlarına, "Tomtom'a ne bakıyorsun?!" azarlamalarına da o gülümsedi... Geldik...
10 günlük yolculuktan döndük. İstanbul'u sevsem de -ki bu sevginin nedense hep karşılıksız olduğunu düşünmekteyim, uzaklaşmak ve aile ile beraber olmak bana sakinleştirici etkisi yapmakta. Babaannemlerinde İzmir'e taşınmasıyla bütün aile camiasını yavaş yavaş o bölgelere yerleştirmeye başladık. Kayınvalideler Didim'de, annemler Marmaris'te, Babaanneler İzmir'de... Dino her seferinde "Darısı bizim başımıza" dese de, bu duaların kabul sürelerinin geçerliliği konusunda bende ciddi kuşkular oluşmakta. Bir şekilde acelemizin olmadığını , emeklilik döneminin oralarda yaşanacağını biliyorum. Ama ben yine de buzdolabının üzerine İzmir kartpostalı koydum, yanına da hayattan istediklerimi sıraladım. Şimdi bir taraftandan kurabiyeleri hazırlarken bir taraftan da onlara bakıyorum. Ve içimden kocaman bir "EVET" diyorum. 
Çikolata ve tereyağ benmari usulü ocakta karıştırılarak eritilir. Diğer tarafta şeker, un, yumurta, kakao ve soda karbonat mikser ile çırpılır. Eritilmiş karışım bunun içine azar azar ilave edilir. Kaba yapışmayacak bir hamur elde edene kadar karıştırılır. Hazır olduğunda buzdolabında 15 dk dinlendirilir. Bu sırada fırın 160 derecede ön ısıtma yapılır. Soğumuş olan hamur buzdolabından çıkarılır. Ceviz büyüklüğünde toplar hazırlanır. Pudra şekeri olan bir kasede her tarafı iyice şeker ile kaplanana kadar yuvarlanır. Yağlı kağıt kaplı tepsiye aralıklı olarak (Pişerken yayılacaktır.) yerleştirilir. Ön ısıtma yapılmış fırında 15 dk pişirilir. Piştikten sonra soğuması için ızgaraya alınır. Afiyet olsun...
(Saat: 21.30 itibariyle not: Uğur Can, Merve Genç ve sevgili Yasemin'e hatırlatma ve düzeltme için teşekkürler...)