13 Kasım 2008 Perşembe

Lucca, Mucca, Tucca...

Yolumuz hep Lucca'nın içinden geçiyordu. İtalya, Toscana'nın 3. günü için aklımıza gelen tek yer oldu. Mevcut göz ve yol aşinalığı içinde ve benim aklımda "Lucca, Mucca, Tucca" benzeri anlamsız bir tekerleme ile şehre geldik. Şehir iki bölüme ayrılıyordu. Bir surların içindeki bölüm, bir de dışındaki yerleşim alanı. Şehrin ortasında koskacaman surlarla çevrili , daracık sokaklardan oluşan, dukkanların ve tarihi yerlerin bulunduğu ve arabayla dolaşmanın yasak olduğu sanki özelleştirilmiş bir şehir var. Kapılardan başka bir dünyaya açılıyorsunuz. Yürüyen veya bisikletiyle dolaşan, işine giden insanlar. Nufusun bir kısmı surların içinde yaşıyor. Bu noktada park çizgilerinin daha doğrusu renklerinin ne anlama geldiğini öğrendik. Aslında tüm gezdiğimiz yerler için geçerli. Mavi çizgiler paralı yerler, beyaz çizgili park yerleri mülkiyet hakkı olanlara ait. Çözemediğim tek renk sarı çizgiler oldu.

Surlardan içeri girdiğimizde mavi yerlerin hepsi doluydu. Oklarla yolu takip ettik ve bir anda meydan ve polis karşımızdaydı. Girmememiz gereken yere girmiştik. Polisin yönlendirmesiyle tekrar kendimizi dışarda bulduk ve hala ne anlama geldiğini bilmediğim sarı çizgili park yerine arabamızı bıraktık. Ve kapıdan içeri girdik. Elimizde Siena'dan güç bela aldığımız Toscana bölgesini anlatan turistik bir rehberle...


Bir meydan, bir kilise ve bir kule... Genelde turistik bölgelerde karşılaştığımız manzara. Ara sokaklardan yürüyerek geldiğimiz meydanda karşımıza çıkan da farklı değildi. Diğer gezdiğimiz kiliselerden farkı kapıda sadece görevli-dilenci tarzında bir adam var ve gönlünüzden ne koparsa elinde tuttuğu çanağa atıyorsunuz. Yoksa giriş için herhangi bir ücret alınmıyor. Dışardan oldukça heybetli. Kullanılan sütünların hepsi birbirinden farklı. Bu görünü insanı gerçekten etkiliyor. 12yy. yapılmış kilisenin içinde sessizlik hakim. Ayinler için kulanılmaya devam ediyormuş. Biraz bakımsız ama resimler büyük ve muhteşem. Kırmızının bu tonunun bu kadar sık olarak karşıma çıkması ilginç geldi.

Kiliseden çıktığımızda aklımda olan tek şey diş macunu bulmak idi. Türkiye'den gelirken az stokla gelmiş, işin açıkcası bu konuda biraz otele güvenmiştim. Ama beni otelde yarı yolda bırakınca, Dino kilisenin karşısındaki eczaneye girmek zorunda kaldı. Özellikle lokasyon belirtiyorum ki biz yaptık, siz yapmayın; Bir diş macunu 10ytl olabilir mi? Olur, Dino ile Ayşem de o diş macununu alır... (Eğer 3 haftada dişlerim beyazlaşmazsa o parayı Colgate'de helal etmiyorum.) Hani kiliseye giriş ücretsizdi ya, acısı böyle çıkarmış. Diş macunu şu anda banyonun baş köşesinde durmakta ve gelenlere küçük bir meblağ karşılığı gösterilmektedir. Kullanmaya teşebbüs edenlerin hakkında da suç duyurusunda bulunuyoruz. Bu içe oturmanın en iyi çözümü kendimize bir kule bulup tırmanmaktı. Meydandan gözüken kuleye doğru ilerledik. Girişte uygulama olarak farklı fiyatlar alıyorlar. Tek kule için bir fiyat, iki kule gezmek isterseniz farklı fiyat. "Kule" sözü bizim kanımızı ateşlediği için her iki kule ücretini ödedik.


Dünya hali bu, bir gün Dino ile kuleye çıkmak durumunda kalırsanız kendinizi hazırlayın. 5,5 yıllık adamım benim ağzımı açık bıraktı. Kulenin basamakları ahşaptan ve metal plakalarla birbirine tutturulmuş. Oldukça yüksek bir tırmanma durumunuz var. Her 3 tırmanmada bir durup bana seslenip "Yaa bunlara bir şey olmaz değil mi? Hayli eski..." demesi beni kendime getiriyordu. Hayli eski dediği de kule de 13.yy yapımı. Neyse sonunda çanların yanına ulaştık ve soluklandık. Şehrin manzarası gene karşımızda idi. Gene özenle korunmuş bir şehir ayaklarımızın altındaydı. Manzarayı aldım bir kenara koydum. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel kule karşımda duruyordu. Ve hemen bu kuleden inip koşarak ona gitmemiz lazımdı; tepesinde ağaç olan kule...



Hayatımda çıktığım en hızlı kule basamaklarıylı. Dino duvarlardaki resimleri bana anlatırken ben yarım kulak vaziyetinde onu dinliyor, bir an önce ağacın yanına çıkmak istiyordum. En sonunda onun yanındaydım. Denecek hiçbirşey yok. Kökleri ve dalları ile ordaydı. Biz de yanında şehri seyrediyorduk. Nasıl gelmiş, ne kadardır ordadır bilmiyorum... Bilenlerden dinlemek isterim...


Her iki kuleden de başka bir meydanı göre görebiliyorduk. Oval bir meydan, etraf katlı evlerle çevrili ve cafeler bulunmakta. Mola hakkımızı bu meydanda kullandık. 2.yy Roma döneminden gelen bu meydan anfitiyatro olarak kullanılıyormuş ve 1830 yılında revize edilmiş. Pizza yerken oldukça turistik bir mekan olduğu ama nedense orda yaşayanların çamaşırlarını dışarı asmaktan hiç çekinmediğini gördüm. Samimiyet dedik... Alanda bir dukkan duvara ayna koymuş. Bu aynayı kullanarak hem kendinizi hem de meydanı çekebiliyorsunuz. Kalabalıktan yaklaşabildiğimiz kadar yaklaştık ve çekim yaptık.

Meydan son noktamızdı Lucca için. Arabaya döndüğümüzde otel yolunun üstünde küçük köyler görmüştük. İçlerinden bir tanesini Dino görmek istedi. Daha yorgun değildik ve vaktimiz vardı. Tamam dedik. Tomtom'da yolu söyledi. Ailecek çıktık yola. Kasabanın adını hatırlamıyorum ama gene surlar içindeydi. Küçüçük bir meydan, bir kilise ve bu meydanda çocuk parkı ve "Lotto" oynanan küçük bir cafe... Bizim köylerdeki cami yerine kilise koyun, kahvehane yerine bu kafeyi yerleştirin. Herkes toplanıyor, anlamıyoruz ama sanırım dedikodular, sohbetler oldukça koyu bir şekilde yapılıyor. Biz ise sürekli gülümsüyorduk. Hani İtalyanca bilsek hemen sohbet ortamı yapacağız , kaynaşacağız... Kafeden sonra bu kasabanın sokaklarının arasında dolaştık.

Ben geldiğimden beri "Peynirrr..." çığlıklarım artık buraya geldiğimizde iyice yükselmişti. Neden birisine sormadık derseniz; ikimizde pası birbirimize atıyorduk. "Sen sor, yok sen sor..." Ve.... Hani derler ya; "Allahtan başka bir şey isteseymişsin!". Tam karşımda bir peynirci dükkanı ve çığlık atarak kapısından giren ben. Ondan da isterim, bundan da isterim şeklinde azar azar peynir aldık. İçlerinden bir tanesi var ki bizi rezil etti... Taze peynir olan kendileri, bu tazeliğini buram buram kokutarak dışarı vuruyordu. Hani "Burası birşey kokuyor." denen ve herkesin birbirine şüpheli gözle baktığı cinsten... Bebi yanımızda olsa suçu ona atacağız (Hain anne) ama o da yok ki...



Otele dönerken yarın ki program çoktan belliydi. Pinokyo ve Pizza... Ve peynir hala kokuyordu...

3 yorum:

Berceste dedi ki...

He he birara Ingiltere'de herseyden supheleniliyordu. Benim gonca da pastirma bulsak da kimyasal silah bu desek diye takiliyordu. Sizin peynir de oyle olmus :) Bak iyi ki istememisim :P

Hülya dedi ki...

Bacım ne peyniriymiş o?Merak ettim:)

Kule tepesinde ağaç öyküsünü öğrenince paylaşıver e mi?

Adsız dedi ki...

:)güzel gerçekten
ama bize koklatacak kadar peynir ikram ettmezsen ayıp yaniii ...
bilmiyorum
şu pinokyo bilinen pinokyo mu ?kesin odur .başka pinokyo mu varkiii?!
canı kokulu peynir çeken ,yanında şarapta olsa
ne süper olurdu diyen,
canlı canlı anlattığını hayal eden biri