Çarşamba gecesi saat 04.00 civarında yolculuk başladı. Heyecan ile uçak korkusu arasında, hangisini seçsem şeklinde kararsız kalırken, aklımın bir tarafında da Bebi vardı. Onu dadısına ve aile büyüklerine emanet bırakarak bu yolculuğa çıkıyorduk. İlk ayrılık, zorlu ve biraz da gözyaşı damlası ile beraber geldi. 2,5 yaşındaki küçük adama durumu anlattığımızda, ağzından sadece "tamam" kelimesi çıktı. İnanılmazdı. Sonradan öğrendik ki gerçekten de olayı kabul etmiş ve bizi 4 gün boyunca hiç aramamış. Tam küçük dev adam yani... Yolculuğa devam...
İstanbul'dan Roma'ya, ordan da Pisa'ya uçtuk. Uçak ile ilgili aşamadığım korkumu ısrarla aşmayacağıma karar verdim. Pisa'ya indiğimizde hava güneşli ve sıcaktı. Sanırım en iyi tarihte ordaymışız. Elimizde sırt çantası ve fotoğraf makinası dışında ne harita, ne sözlük... Sanki komşuya gidiyoruz. Bu durumda bir adet araba kiralandı. İşler biraz daha kolaylaşacak. Teknolojinin ilerlemesinden faydalananarak arabanın yanında bir de navigasyon aleti "Tomtom" verildi. İşe yarayacak mı diye düşünürken, bir baktım benim kumam olmuş çıkmış. Eğer elinizde gideceğiniz yerin adresi varsa bu cihaza adresi giriyorsunuz, size en optimum yolu çıkarıveriyor. Siz yolda iken ekrandan gideceğiniz yolu, dönüşleri, trafik kontrollerini ok ve sinyaller ile gayet güzel açıklıyor. Arada bir de saçmalıyor ve bizi havada giderken daha doğrusu
uçarken gösteriyor. 2. günü kendilerini kumam ilan ettim. Açıklaması yakında...
Neyse otelin adresini girdik. Siftah; adresi bulamadı. En yakın yeri girdik. "Paralı yoldan gitmek ister misiniz?" dedi. Yok, biz etliye sütlüye karışmadan bilinen yollardan gidelim dedik. Bu arada menü Türkçe, seslendirme Türkçe-İngilizce. Örnek: "Sağa dön, NOW". İlerleyen günlerde kendimizi bu alette konuşur bulduk. Neyse düştük
yollara. Trafik kurallarına uyalım derken, bir baktık herkes bizi geçiyor. Yine de tedbiri elden bırakmamak lazım.
Genelde 90km hızla, arada bir Tomtom sesi ile inanılmaz güzel yollardan geçtik. Yollar, Karadeniz yolları gibi... Evler ise taştan ve bahçeli... Köylerin içinden geçtik. Taa ki karnımızdan sesler gelinceye kadar devam ettik. Bu kısmı biraz ayrıntılı anlatacağım. Tek şeritli bir yol, bir taraf dağ, bir taraf nehir. Köy yok, kasaba yok, yani yaşam belirtisi yok. Ve bu yolda 2 adet dukkan yanyana. Dukkanlardan bir tanesi pizzacı, diğeri solaryum, pedikür, manikür salonu... Önünde durduk. Ben bönbön bakarken, Dino pizzacıya daldı. Çıktı ve dukkanı gördü. "Haydaaa" şeklinde gülmeye başladık. Toplam yarım saatlik kalış süremizde müşteriler girdi, çıktı. Demek ki iş yapıyor dedik. Bunları konuşurken pizzalar geldi. İtiraf etmek gerekirse pizza tam pizza idi. İnce hamur ve büyük. Türkiye'de yapılan pizzalardan farklı ve inanılmaz lezzetli. Lahmucun hamuru inceliğinde ama hafif sert ve üzerindeki malzeme az. 8 dilimlik koca bir pizzayı tek başınıza gayet rahat yiyebiliyorsunuz. İçecek olarak bildiğimiz içeçeklerin yanı sıra 2 çeşit su var. Biri bizim normal içtiğimiz su, diğeri İtalyanların "Gazlı" dediği soda benzeri su. Su isterken bunu belirtmekte fayda var derim. Pizzalar bitti. Yola devam...
Bir sağa bir sola bakarak giderken karşımıza taştan bir köprü çıktı. Hadi bakalım şeklinde arabayı park ettik ve köprüye tırmandık. Tırmandık diyorum çünkü köprünün bizim olduğumuz taraf oldukça dikti. En tepede manzaraya bakarken Dino, bu gezide oldukça sık kullanacağı cümle olan " Oldukça yüksek değil mi? Çıkmasa mıydık?" dedi.
İşte o zaman yüksekliği fark ettim. Orjinal adı, Ponte della Magdanela ( Magdalena Köprüsü) olan 14yy. kalma köprü , çevre halk tarafından Ponte del Diavolo olarak adlandırılıyor. Türçesi, Şeytan'ın Köprüsü... İnanışa göre Şeytan bu köprüyü bir gece de yapmış. Sanırım yüksekliğinden dolayı böyle bir söylenti var. Bu yüksekliği yaşadıktan sonra otele ulaşmak için gene arabamıza bindik. Tomtom kafasına göre bize birşeyler söylerken, biz Dino'nun bilgisayardan çıkardığı otel haritası ile cebeleştik. Ve en sonunda başardık. Otele girdik. Odaya çıktık ve manzara karşısında açık söylüyorum kendimden geçtim. Temiz hava ile balkon kapısı açık manzaraya karşı uyuyakaldım. Dino ise otel çalışanları ile muhabbet halinde, odaya havlu bulmaya çalışıyordu.
Saat 18.00 civarında hafif bir toparlanma ile en yakın yer olan ve elimizdeki bilgiler doğrultusunda tekstil üretimi ile meşhur kent ve 12yy. kurulmuş olan Prato'ya yola çıktık. Ulaştığımızda saat 20.00 idi. Hava karardığı için meydan dışında herhangi bir yeri gezemedik. Sadece meydana yakın bir yerde Castello dell'Imperatore (İmparator Kalesi) dışardan fotoğrafını çekebildim. Yemek için bir yer aradık ama çoğu dukkan ve resturant o saat itibariyle kapalı idi. Cafe 21 diye bir küçük bir yer bulduk. Ama yemek yok, sadece aperatif tarzında bir tabak getirdiler. Şimdi burdaki bir sorun şu. Sosis ve salamların hangisinin domuz etinden olduğunu anlamak zor. Çalışanların ingilizceleri yeterli olmadığı için olay tamamen siz de bitiyor. Koklayarak ne olduğu anlamaya çalıştık. İçlerinden sunum fikri olarak en hoşuma giden dana salamına sarılmış, tuzlu çubuklar oldu. Hafif ısıtılarak servis yapılıyor. Ve İtalya'da ki ilk espresso. Kahveci biri olarak diyorum, işte budur. Koku, tad.. Tek kelime ile muhteşem. Daha sonra gördüm ki yerlere ve markalara göre bu tad değişiyor. O gece içtiğim gibi bir lezzet diğerlerinde bulamadım. Gidene tavsiye olunur... Prato'ya gidenlerin mutlaka "Cantucci" yemeleri ve yanında hafif tatlı bir şarap olan ve tatlıların yanında ikram edilen "Vin Santo" içmeleri tavsiye ediliyor. Biz ikisine de nail olamadık. Yemek yediğimiz yerde Biscotti olarak bilenen ve Toscana stili bu biskuviyi yapmadıklarını söylediler.
Dönüşte bu sefer tercihimiz paralı yol oldu. 2 saatte gittiğimiz yolu, 45 dakikada dönmüş olduk. Bizdeki sistemin aynısı, Ogs ve Kgs var. İsterseniz bilet alıp, ödeme de yapabiliyorsunuz. Otele ulaştık ve annemlerin tabiriyle "Yattığımız yeri bilemedik." Yatmadan önce ertesi günü için plan yapıldı. Hedef:
SIENA...
15 yorum:
Canım ne kadar güzel yerler o kadar güzel resimlemiş ve anlatmışsın ki gitmiş kadar oldum,inşallah birgün gitmekte nasip olur,sevgiler...
Yazıyı zevkle okudum.
Fotoğraflar çok güzel.
Sevgiler.
Çektiğin fotoğraflarla,bana gezdiğiniz yerleri yaşattın Ayşem...
Bir belgesel filmi kadar doyurucu bilgilerle süslemişsin bu muhteşem fotoğrafları...
Dino Bey'e sevgilerimi gönderiyorum...
Ve ikinizide kutluyorum...
TüTü
bayan peçete şanınıza yaraşır bir anlatım ama biraz daha foto isteriz
ve süpermiiş
sen gezmeye alışmışsıın
gelecek pazar tütüye gidelimmi italyanın yolları gibi kaymaklı olmasada en azıından ağaçlar var suziyle biz gidelim diyoruuz
bu arada devamını merakla bekliyorum
:)
Harika bir gezi, kıskanmamak elde değil. Fotoğraflara hayranlıkla bakıyorum, ne mutlu size maşallah. (fotoğraf makinanızın marka ve modelini belirtirmisiniz?)
Bayılırım yolculuklara... Benim için şu sıralar çok zor olsada sizin adınıza sevindim...:)
güzeldii.. dahada güzel günleri yaşamaan dileğiylee.piraye
Italya'yi severdim resimleriniz ve anlatiminizla daha da sevdim.
Tomtom'a bende kumam diyorum esim onsuz hicbir yere gitmez. Istanbul'a geldigimizde bile yaninda getirdi.Bana degil istanbul'un surekli degisen trafigine guvenmemektenmis :)
Bilemiyorum artik.Haritalar bazen eski oluyor o ucma ondanmis ... Komedi gibi
Sevgiler Pinar
Ayşemciğim;
Ne güzel anlatmışsın bayıldım. En çok neyi kıskandım biliyor musun? Gelir gelmez yazmanı... Önümde yazacağım 5 ülke 10 şehir var ama gel gör ki sonuç yok... Senin bu yazından sonra başlıyorum benimkileri yazmaya.. İnşallah biter :)
Ne güzel yerler gezmişsiniz, fotoğraflar çok güzel,yazınızı da zevkle okudum, paylaşımınız için teşekkürler, sevgiler...
Nice mutlu senelere.Bak dino dediğini yaptı.
Resimlere ve anlatımına bayıldım.Senin adına da çoook sevindim.Oralarda bizi de düşünmen ne güzel :))
Ziyaretiniz ve yorumunuz için teşekkür ederim. Sizi Tv. den de takip ediyorum.
Çok Tatlısınız :)
Sevgilerimle
Seray
Ayşem'cim, aslında Toscana'ya tekrar ve tekrar gitmek için binlerce sebep sayabilirim. Ama sadece Vin Santo'ya Biscotti'leri batıra batıra yemek için bile Toscana'ya tekrar gidilir. Tadı hala damağımda...
Yol haritaları gerçekten işe yarıyormuş. Öyle anladım. Anlatım güzel, fotoğraflar da. Sadece bloga yerleştirirken biraz acele edilmiş gibi. Fotoğraflarla yazı araları neden o kadar boş? Yoksa benim bilgisayarda mı bir şey var?
Yorum Gönder